Yirmi birinci yüzyılın ilk yarısı biraz tuhaf geçiyor sevgili dostlarım. Dünyadaki insanlar olarak, hepimizin kafası bir nebze karışık. Belki de o yüzden Mars’ta veya öte gezegenlerde yana yakıla yaşam arıyoruz. Bıkkın bir ruh hali genç-yaşlı dinlemeden, hepimize nüfuz ediyor. İntiharlar almış başını gitmiş. İnsanlar anlatamaz, anlaşılamaz ve anlayamaz olmuş. Shakespeare’in dediği gibi; _”şiddetle başlayan hazlar şiddetle son bulmuş.” Günübirlik Hayatlar yaşayarak savrulup gitmişiz. İşin tuhafı, arada bir kendimize, kendi içimize dönüp “ne oldi böyle, ne oldi sana?” dememişiz. Bir kez olsun aynaya bakıp vücudumuzun ötesindeki güzelliği görmemişiz. Geç kalmışız veya erken gelmişiz. Zamanlarımızı YouTube’daki 5 saniyelik reklamlarda hiç etmişiz. Ayrıca her şeyi o kadar çabuk tüketmişiz ki isteklerimize ulaşmanın keyfini süremez olmuşuz. Benliğimizi yeni bir istek ile doldurarak günü kurtarma yolunu tercih etmişiz.
Manzarayı izlemek yerine, manzaranın fotoğrafını çekmek istemişiz. Sevmek yerine flört etmişiz. Samimi bir şekilde dertleşmek yerine “takma kafana” deyip geçmişiz. Anlatmak yerine, “iyiyim” diyerek adetin yerini bulmasına yardımcı olmuşuz. Sağ elin verdiğini sol el görmüş, ağızlarımız ve parmaklarımız ne kadar iyi olduğumuzu cümle aleme ilan etmiş. Sorunları yeni sorunlar yaratarak çözmüşüz. Daha doğrusu çözdüğümüzü sanmışız. Sonra da “her şey beni buluyor” diyerek kendimizi aklamışız. Karşımızdaki insanı dinlemek yerine “konuşma sırasının bize gelmesini” beklemişiz. O konuşurken, vakti boşa harcamamak için Twitter’da 280 karaktere sığdırılan hayatları beğenmişiz.
Kabul edelim, çağımızın yirmi bir yıllık dönemi insan açısından biraz değil bir hayli tuhaf geçmiş.
Sokakları Anlamak
Bazen, evin dört duvarı üzerime anlamsız bir ağırlık yükler. Böylesi zamanlarda kendimi dışarı atarım ve iyi hissedene kadar sokakları dolaşırım. Nereye gittiğimin veya saatin kaç olduğunun bir önemi yoktur. Hikayeler yakalamaya çalışırım. Zenginliğimin kaynağı budur.
Sokaklar ilgi çeker. Çünkü içerisinde yaşadığımız coğrafyanın izlerini ve insanlarımızın karakteristik özelliklerini yansıtır. Hele bir de gece olunca…
Hırsızlıklar genellikle gece olur. Evsizler gece üşür. Sırlar gece ortaya çıkar. İnsanın fakirliğini gece süsler. Önemli kararlar gece alınır. Hüzün bile gece daha bir başka yaşanır. Sokak lambasının soluk ışığı altında, bir köşe başında bütün bu anlattıklarımı görmek mümkündür. Sokaklar ve gece, insanı saklar. Ancak insan, saklandıkça daha çok görünür olur. Bu pek bilinmez.
Kendimizi Anlamak
Yazının giriş kısmında da bahsettiğim üzere; kafamız bir hayli karışık. Ne istediğimizi, ne yapmamız gerektiğini, nasıl yaşamamız gerektiğini bilmiyoruz. Günlük hayatın dalgalarıyla bir yönden başka bir yöne savruluyoruz. Kendimize, ailemize, arkadaşlarımıza, doğaya yabancılaştık. Tatminsizliğimiz tahmin bile edemeyeceğimiz boyutlara ulaştı. “Bizim olanı” unuttuk. “Daha iyisini” kovalayıp durduk. Durup düşünmedik. Sevgimizin boyutlarına bakmadan büyük bir istekle sevilmek istedik. Yeterli gelmeyince başka sevgilere yelken açtık. Sonra da diğer insanlara sitem ettik. Kendimizi ifade ettiğimiz her ortamda diğerlerinin değerbilmez halinden yakındık. Zira suç daima başkalarındaydı. Böylesini kabullenmek çok daha kolaydı.
Bütün bu yazdıklarımda yanılıyor olabilirim. Sadece izlenimlerimi ve düşüncelerimi paylaşıyorum. Olanları anlamaya çalışıyorum. İçerisinde bulunduğumuz karmaşaya ve kaosa bir anlam vermeye çalışıyorum. Belki ortada bir sorun bile yoktur. Belki de bu anlattıklarım hassas bir ruhun dışavurumudur. Bilmiyorum. Algılarımız zaman zaman yanıltıcı olabilir. Ancak yine de, insanların yüzlerine baktığımda derin bir memnuniyetsizlik görüyorum. Kendi içime baktığımda da durum pek farklı değil.
Doludizgin yazmak istiyorum. Ancak okuyucu odaklı düşündüğümde “bunu kim okuyacak?” diyorum. O nedenle fazla uzatmadan Stefan Zweig’den bir alıntı ile yazıyı sonlandırıyorum.
Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek hiçbir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.
Stefan Zweig