“Batman: Arkham Origins” (2013) / Oyun Eleştirisi

YARASA KÖKLERİNE DOĞRU KANAT ÇIRPIYOR!

Gecenin yarasa kanatları, video oyun arenasında Gotham’ın altını üstüne getiren suçluların köküne kafi miktarda kibrit suyu ektikten sonra; zamanı geri sardırarak, başladığı noktaya dönüyor. Batman’in suç savaşında karşısına çıkan ilk engeller nelerdi? Killer Croc’un keskin dişlerinin arasından nasıl kurtuldu? Joker şuh ve çıldırtan kahkahalarıyla Gotham’ı inletmeye ne zaman başladı? Batarang nedir, ne işe yarar, ne sıklıkla hayat kurtarır? Bu ve benzeri soruların cevabını, kara şövalyenin video oyun arenasındaki yeniden doğuş hikayesi olan Arkham Origins’te bulabilirsiniz!

Malum, süper kahraman lokomotifli çizgi roman uyarlamalarının rayına oturması hem video oyun arenasında, hem de beyazperdede oldukça uzun bir sürece gereksinim duydu. Sonuçta, her ne kadar bu gün piyasa harmanını rahat rahat dövdürebilecek, garanti yatırımlar klasmanında yer alsalar da, nitelikli yapımlara ulaşabilmek hala eskisi kadar zor! Sözü daha fazla dolandırmadan, Batman’e getirecek olursak eğer; Kara Şövalye’nin, video oyun piyasasında gürlemesinin en önemli sebeplerinden birinin, Nolan’ın dokunuşuyla eski itibarını kazanan sinema filmleri olduğunu atlamamak gerekir.

Nolan’ın Batman serisine yaptığı revizasyon, her ne kadar çoğunluk tarafından sevilen bir mahsül peydah etmiş olsa da; Tim Burton’un serisindeki dokuyu arayanların sayısı da azımsanamayacak cinstendi. Dolayısıyla, sinema filmine sırtını dayayarak badanalanmış, ortalamanın altında kof bir bilgisayar oyunu yerine; serinin bütün kimyası değiştirilerek yaratılan taptaze bir konseptten güç alan görsel altyapısı ve Gotham’ın ihtiyaç duyduğu renklerin hemen hemen hepsini layıkıyla teslim etmesi sebebiyle, hem Burton’un gotik enstrumanlarını hem de Nolan’ın hikâye anlatım biçimini tek bir potada eriten, boşlukları da çizgi romanın renk paletiyle süsleyen bir zemine sahipti Arkham serisi.

Arkham serisi, hiç kuşkusuz ki, 90’larda Nintendo’ya hapsedilmiş, daha sonrasındaysa bu arenada uzunca bir müddet sesi soluğu çıkmamış süper kahramanımızın, hakkının layıkıyla teslim edildiği bir seri. Arkham Origins ile birlikte, kronolojik anlamda istikrarsız da olsa bir çeşit üçlemeye dönüşen seri, büyük ölçekten bakıldığı zaman, hem ana karaktere hem de onun daimi baş belası olan kötülere ferah ferah yaklaşan ve her bir karakteri, öyküye etkileyici bir biçimde eklemleyen bir ana hikayeye sahipti. Tabi Arkham serisini emsallerine göre daha değerli kılan, bütün kötü karakterleri, ana hikayenin üzerine çullandırmmış olmamasıydı, akıllı bir biçimde dağıtmasıydı. Bazı kilit karakterler yan görevlere yerleştirilmiş, kendi küçük öykülerine sahiptiler. Bu sayede Gotham, neredeyse yaşayan bir suç kenti haline gelmiş oluyordu bir nevi…

KÖTÜLÜĞÜN İRİNLERİ ARKHAM’A AKIYOR…
Peşin peşin kabul etmek gerekir ki, video oyun piyasası da tıpkı Hollywood gibi iç bayıcı bir kısır döngünün içinde debelenmeye başladı son yıllarda. Sonu neredeyse gelmeyecekmiş gibi görünen seriler, sinema filmiyle yakın zamanda piyasaya sürülen niteliksiz uyarlamalar ya da, daha yüksek bütçeli ağabeylerini taklit etmeye çalışan başarısız klonların hakimiyetinde; oyun severleri gerçekten mest edebilecek seçenekler, hiç kuşkusuz ki indie oyun tezgahında karşımıza çıkmaya başladı! Bu açıdan baktığımızda, Arkham serisi her ne kadar Batman’e itibarını teslim etmiş olsa da, aradan geçen süreçte, üzerine boca edilen kaba makyaj dışında pek de fazla geliştirilebilmiş bir seri değil ne yazık ki! Yapımcılar da serinin ikinci oyun ile beraber miladının yavaş yavaş dolduğunu anlamış olacaklar ki; Arkham Origins ile birlikte, bir ‘öze dönüş’ hikayesi anlatmaya soyunarak, yoğurdun kaymağını sömürmeye devam etmeyi tercih etmişler. Her ne kadar oynanış ve atmosfer açısından kendini tekrar ediyor gibi görünse de, karşımızda DC evreninin en keyifli hikayelerinden birinin dikildiğini de söylemek gerekir.

Arkham Origins’te, Bruce Wayne’in yarasa kostümüne yeni yeni bürünmeye başladığı döneme fiyakalı bir zaman yolculuğu yapıyoruz. Daha deneyimsiz, daha kontrolsüz ve suçla savaş konusundaki amatörlüğünü, ağır zırhlı bir kostümün ardına saklanarak örtmeye çalışan bir süper kahraman tıfılı var karşımızda! Gotham’ın tam teşekküllü bir suç barınağına dönüştüğü, adet olduğu üzere GCPD’nin bu suçların peşine bir türlü yetişemediği, kısacası şehrin bir ‘adalet dağıtıcıya’ ihtiyaç olduğu ilk yıllar…

Arkham Origins ile birlikte Kara Şövalye’mizin tarihinin oldukça gerilerinde bir zaman dilimine gidiyoruz. Kronolojik anlamda, çizgi romanda Batman’in doğum hikayesi olan Year One ve Year Two maceralarının hemen sonrasında bir yerlerdeyiz kısaca… Noel arifesinde olmasına rağmen, coşkunun ve sevincin çoktan terk edildiği bir Gotham var karşımızda! Oyundaki ilk baş ağrımız ise, DC evreninin şu sıralar unutulmaya yavaş yavaş yüz tutmuş afilli kötülerinden biri olan Black Mask! Black Mask’in planlarını duyduğumuz zaman, şehrin yaşam enerjisini alıp götüren ve insanları evlerine tıkan müsibetin ne olduğunu da yavaş yavaş öğreniyoruz. Daha sonra neredeyse Gotham’ın geleneksel faaliyetlerinden biri haline gelecek olan bir kitlesel suç savaşının arifesindeyiz anlayacağınız.

YALNIZ VE DE YALNIZCA…
Gotham’da kötülük eşeysiz ürerken ve neredeyse her köşe başında ayrı bir psikopat peydah olurken, Batman suçla savaş konusundaki bu erken dönem sınavlarının büyük bir çoğunluğunu tek başına vermek zorunda kalıyor! Bu çetin mücadelede her ne kadar en yakın yoldaşı Alfred olsa da; GCPD da suçla mücadele konusunda, kahramanımıza sıklıkla ayak bağı oluyor. Henüz Gordon ile aramızdaki buzların erimediği bir dönemdeyiz. Dolayısıyla bir taraftan azılı düşmanlarımızı köteklemek, diğer taraftan da polislerle arayı sıcak tutabilmek oldukça zor!

Zaten şehirdeki suç arbedesi yetmezmiş gibi, bir de Black Mask, Batman’in başına yüklü miktarda ödül kondurarakk, peşine şehrin en azılı psikopatlarını takıyor! Ödüle ve suça aç bu sekiz ultra kötüler ise sırasıyla, Deathstroke, Firefly, Copperhead, Deadshot, Shiva, Killer Croc, Bane ve Electrocutioner… Karşımıza dikilen kötülerin sayısı, oyundaki boss dövüşlerinin de öncülleri gibi kalabalık olacağının habercisi bir nevi! Tabi oyunda karşımıza çıkan hısım ve hasımlar sadece bunlarla sınırlı değil! DC evreninin eklektik kötülerinden biri olan Anarky, Batman serisindeki Lewis Caroll etkileniminin en ölümcül meyvelerinden biri olan Mad Hatter, Arkham’ın sevimli arızalarından biri olan Calender Man, Black Mask’in ayak işlerini gereksiz bir keyifle yapmaya yemin etmiş Loose Lips, bizi karda kışta, yağmurda çamurda bilmecesiz bırakmayan The Riddler ve Yarasa’nın bitmeyen baş ağrılarından biri olan Penguin de oyunun diğer gediklileri. Anlayacağınız Arkham Origins, tadından yenmeyecek bir suç karnavalı sunuyor oyun severlere!

BATCLAW’IMIN TADINA BAKACAKSIN!
Oyunun hikayesine bulanmadan ve sürprizlerinin de önemli bir kısmını açık etmeden, oyuna eklenip çıkarılanlardan bahsetmek istiyorum biraz. Tahmin edeceğiniz gibi oyun sadece Black Mask’in peşinde koşturmaktan ibaret değil! Haritaya eklenmiş tonlarca yan görevin ve zaman zaman saç baş yolduracak bilmecelerin yanı sıra, sadece Arkham Origins’te karşımıza çıkan ‘Crime In Progress’ gibi küçük görevler de var! Bu görevlerdeki amacımız ise, verilen süre içerisinde olay yerine intikal edip, suçluları en kısa sürede köteklemek! Böylece GCPD ekiplerinin de sempatisini kazanmış oluyoruz bir nevi.

Yarasa’nın oyuncaklarının işlevselliği de yine oyundaki türlü bulmacaları çözmemiz için birer rehber oluyor. Daha önceden bildiğimiz teçhizatlarının yanı sıra yapıştıcı bombası gibi akla zarar bir icat da envanterimiz arasında yer alıyor. Oyunun bir diğer önemli artısıyla, son yıllarda açık ve yarı açık dünya oyunlarda moda haline gelen ‘hızlı seyahat’ özelliği. Haritanın belli noktalarındaki verici ve pistleri açtığımızda, o bölgeye Bat Wing ile hızlı yolculuk yapabiliyoruz! Tabi, şehir içerisindeki hızlı gezinti olanağımız, Bat Wing yolculuğuna fazla gerek duymamamızı sağlıyor. Yine de Grapnel Gun ile şehrin çatılarında süzülmek, çoğu zaman kabusa dönüşebiliyor. Şehir semalarında süzüldüğümüzde, grapnel gun kullanacağımız noktaları yakalayabilmek, bazen gereğinden uzun sürebiliyor. İkonları çok geç gördüğümüz için, şehirde bir noktadan bir noktaya gitmek saçma bir gerilim yaşatıyor. Serinin önceki oyunlarında, grapnel gun’ı daha işlevsel kullanıyorken, Arkham Origins’te neden böyle bir geri adım atılmış, anlayabilmek çok güç!

Son yıllarda karşımıza çıkan pek çok aksiyon ve aksiyon kırması yapıma ‘Tam da 80’ler gençliğine hitap ediyor’ demekten bıkıp, usanmış olsam da Arkham serisi kelimenin tam anlamıyla 80’ler gençlerine hitap ediyor. Seriyi bu kadar çekici kılan, sadece Burton’un perdeye taşıdığı, Gotik mirasa sahip çıkması ve onu en önemli besin kaynaklarından biri olan Alice In Wonderland renkleriyle buluşturması da değil üstelik. Arkham üçlemesinin en keyifli yanlarından biri, oldukça dinamik dövüş sistemiyle, oyuncuya eğlenceli bir aksiyon deneyimi yaşatması! Bu da oyunu 80’ler ruhunu arayanlar için daha değerli kılıyor.

OYNAMAKLA BİTMEYECEK BİR OYUN DERKEN?
Origins, tıpkı öncülülerinde olduğu gibi, oyuncuyu farklı türlerde görevlerle uzun süre meşgul eden bir oyun. Ana hikayenin içine de yerleştirilen dedektiflik görevleri oldukça eğlenceli. Öykünün kritik noktalarını aydınlatma işlevi de gören bu görevler, yan görev olarak da Gotham haritasının belli başlı noktalarına yerleştirilmiş. Zaten ana hikaye, oyunun yaklaşık %25’lik kısmını oluşturuyor. Oyunun kalan yüzdesini doldurabilmek için de, başında uzuuuuuun saatler harcamanız gerekiyor pek tabi!

Bütün bunlarla birlikte, bir Arkham geleneği olan stealth görevleri de oldukça keyifli. Bu gün Assassin’ Creed gibi, temeli gizliliğe dayalı olması gereken serilerinde bile layıkıyla bulamadığımız, bu görevler, Batman serisinde tıkır tıkır işliyor!

Arkham Origins, daha önce de söylediğim gibi dolu dolu bir boss fight deneyimi sunuyor oyuncuya! Oyunda sinirimizi en çok bozan kötü karakter ise Deathstroke! Bilenler bilir, kendisi Infamous’ta da yeterince başımızı ağrıtmış babayiğit bir kötü karakterdir. Oyunun en eğlenceli ve görsel anlamda en kallavi kısımlarıysa, finale doğru patlak veren, sırasıyla Bane ve Firefly ile giriştiğimiz çatışmalar. Bu iki kısım da, oyunun nefes açıcı bölümlerini oluşturuyorlar. Origins’in en talihsiz kötüsüyse Electrocutioner! Electro sadece oyunun değil, genel anlamda oyun tarihinin en silik ve gariban kötü karakteri olarak çıkıyor karşımıza! Hikayede hiç bir varlık gösteremeyen bu naif psikopatımız, sanki oyuna eklenmiş ibretlik ve hınzır bir şaka gibi duruyor!

HİKAYE ANLATILDI!
Karşımızda, sadece Arkham oyunlarının değil, DC evreninin en derin öykülerinden biri duruyor. Bu konuda Warner Montreal, Rocksteady ekibinin ve senaryoda kalem oynatan isimlerin haklarını birer birer teslim etmek gerekir. Gotham’in primitif idealler peşinde savrulan iki boyutlu kötülerinin, nasıl gedikli birer suç mucidine dönüşmeye başladığını, Joker’in şehrin başına nasıl musallat olduğunu, hatta ve hatta Batman’in olduğu kadar Harley Quinn ile Joker ilişkisinin temellerinin nasıl atıldığını öğrenmek isteyenler, oyunu çoktan yiyip bitirdiler bile!

Arkham Origins’in yapı olarak pek de yeni bir şey sunmadığı ortada. Bu açığı ise, çoğu polisiye öyküsünü kıskandıracak, lezzetli bir suç öyküsünü, ‘kahramanın yükselişi’ temasıyla harmanlayarak kapatıyor. Fakat yine de tarifinde önemli bir eksiklik barındırdığı da ortada… Peki nedir bu eksiklik? elbette ki Bruce Wayne’in varlığı…

Duygusal çalkantılarıyla nam salmış, DC evreninin maskelileri arasında, maskenin ardındaki en etkileyici ana karakterlerden biri olan Wayne; tam üç oyundur karşımıza çıkmış değil! Dolayısıyla Batman’in kakafonisinin kaynağı olan gerçek kişiliği ister istemez giydiği kostümün gölgesinde kalıyor. Tamam Arkham Asylum ya da Arkham City’nin, ana karakterine bu kadar yaklaşmaması kabul edilebilirdi ama ‘köklere dönüş’ iddiası taşıyan bir hikâyede, maskenin ardındaki kişiye şans tanınmamış olması, bana biraz eksiklikmiş gibi geldi. Kim bilir, Wayne’i ön plana alan gündüz görevleri, onun suça örülü bu şehirde gündüz gözüyle karşılaştığı engelleri de hikayeye dahil ederek, hem ‘kendini tekrarlama’ döngüsünden kurtulur hem de kökenlere, asıl karakteri de eklenlemiş oldurdu.

Diğer taraftan, son yıllarda ‘yaşayan şehir’ mantığının video oyunlara egemen olduğu düşünüldüğünde Gotham oldukça boş ve sadece suçluların cirit attığı bir şehir olarak cılız kalıyor gibi. Elbette bunun üstü, oyunun girizgahında ” şehir sakinleri, evlerinden dışarı çıkmasın” anonsuyla örtülüyor. Fakat daha canlı bir Gotham neden mümkün olmasın ki?

Yorum yapın