Green Lantern (2011) / Film Eleştirisi

DC ile Marvel’ın beyazperdedeki dövüşleri devam ediyor! Her ne kadar DC karakterleri daha revize bir şekilde karşımıza çıksalar da Marvel, son tahlilde Thor ve Captain America gibi kare aslarına kan depolayarak ve nihayetinde The Avengers gibi çok daha kütleli bir seriye el atarak, kalabalıklaşan kadrosu ile perdeyi ezip, pestilini çıkartmaya hazırlanıyor!

DC ise, elinde sayıca daha az fakat, Marvel’ın pek çoğu tekerrüre düşüp kısır döngüye kapı açan karakterlerinden daha derin işlenmiş süper kahramanlarının avantajını kullanmaya devam ediyor! Green Lantern ise, ülkemizde görece daha az bilinen bir DC gediklisi. Bunun sebebi öyle sanıyorum ki Batman, Süperman, Wonder Woman ve Flash gibi, birbirilerinin hikayelerine komşu olan ve ileride The Avengers gibi bir oluşum haline gelecek Justice Legue gibi toplulukların dışında, daha ziyade kendi mitolojisine sahip bir karakter olmasından kaynaklanıyor bu az bilinirlik…

Bununla birlikte sinemaya teşrif buyurma süreci de oldukça uzun oldu filmin. En büyük sorunsal hiç kuşkusuz Lantern Corps’un mensup olduğu evreninin, perdede görselleştirilme kısmıydı. Günümüzde süper kahramanların daha ziyade bir çizgi roman evreninden çok, günümüz metropollerini mesken bellemeye başladığı ve daha mat renklere büründüğü düşünülecek olursa, Green Lantern’ın nev-i şahsına münhasır mitolojik evrenini izleyiciye kabullendirme sıkıntıları, yapımcıları toplantı masalarının üzerinde sabahlara düşündürmüş olmalı!

Film, ilk Yeşil Fener olarak bilinen, Alan Scott yerine bir sonraki jenerasyonun feneri olan Hal Jordan’ı kahraman olarak ileri sürüyor. Bunun, kronolojik yakınlıktan kaynaklanan bir yapım stratejisi olduğunu düşünsek bile, Hal Jordan’ın maceralarının da 50’li yıllarda vuku bulduğunu göz önünde bulundurmakta fayda var. Revizasyon açısından yine günümüzde geçen bol modifiyeli bir uyarlama ile karşı karşıyayız. Bu sebeple, kronoloji, karakterler ve Lantern Corps’a dair beklentilerimiz ister istemez bir miktar hüsran ile sonuçlanacaktır.

Ama filmin asıl sıkıntısı da tam bu noktada ortaya çıkıyor. Zaten kendi özerk filmine kavuşmakta olan bir süper kahramanın doğuşunu anlatmak, ilk filmlerin en büyük sıkıntısıyken; izleyicinin ilgisini cezbedecek koskoca bir mitoloji dururken, ağırlığının büyük kısmını Carol Ferris ile Hal Jordan ilişkisine veren film, bu süreç içerisinde de oldukça güç kaybediyor! Çizgi seriyi bir şekilde takip eden ya da en basitinden geçtiğimiz yıllarda öncül takviye güç olarak piyasaya sunulan animasyon serilerine aşina olan izleyicileri de yer yer sorularına cevap alamamış bir şekilde dıpdızlak ortada bırakıyor.

Yapımcılar bir devam filmi konusunda kendilerine fazla güvenmemiş olacaklar ki Parallax’ın da daha ilk hikayeden mortu çekmesini sağlıyorlar! DC evrenin belki de en azılı kötülerinden biri olduğunu düşünecek olursak eğer, serinin bu ağır ağabeyinin yerlerde süründürülmesi de, takipçilerin seslerinin yükselmesini sağlayacaktır. Tıpkı çizgi serinin uzun soluklu ucubesi, Hector Hammond gibi…

Tabi Yeşil Fener’in tek önemli sıkıntısı hikayeye bir türlü getiremediği esneklik değil. Yüzüğün, kullanıcısına bahşetmiş olduğu “yaratıcılık” gücü de, ağızlara bir parmak bal çalan küçük şovlarla sınırlandırılmış vaziyette! Yeşil Fener’in süper kurtarma yöntemlerinin temelinde “sınırsız yaratıcılığın” yattığını düşünecek olursak, bir iki tane “vay canına” dedirtecek sahne dışında parlak bir fikrin eklenmemiş olması hem büyük bir kayıp hem de salona teşrif buyuran izleyiciye yapılmış bir ayıp! Örneğin, filmin neredeyse rayına oturduğunu ve – klişelerle bezeli de olsa- keyifli bir seyirlik ile selamlaştığınız izlenimini uyandıran Hal Jordan’ın Lantern Corps’un haysiyetli üyesi Sinestro tarafından sınandığı eğitim sahnesine yakın bir sahne göremiyoruz ne yazık ki.

Bununla birlikte hikayenin günümüze adapte edilmesi konusunda fazla sıkıntı yaşanmamış. Özellikle son birkaç yıldır, süper kahraman filmlerinin parodisi adı altında, bütün kahramanlık müesesesinin ipliğini pazara çıkaran başarılı yapımların mantar gibi çoğaldığı düşünülecek olursa, Green Lantern’ın yer yer kendini fazla ciddiye almayan ve eleştiren yapısı da, nefes darlığına düşmesini engelliyor.

Hal Jordan’ın, kostümü ile birlikte Carol’ın balkonunda belirdiği sahne, yukarıdaki ciddiyet mevzusuna başarılı bir örnek… Clark Cent’in kendisini yıllar yılı tek bir gözlük ile kamufle edebilmesine, şık bir nazire örneği olarak görülebilir. Süper kahraman klişelerinin – hatta ve hatta iyiden iyiye anti kahraman klişelerinin – ABC’sinin çözüldüğü günümüzde Hal Jordan’ın – ki itiraf etmek gerekir Reynolds’ın kendisi ile dalga geçmekten geri durmayan performansının da başarısını yadsıyamayız-bir taraftan dünyayı ziyaret eden uzaylı konseptine, beri yandan süper kahraman bilincine karşı durduğu mesafe, en azından samimiyetinden kuşku duymayacağımız bir süper kahraman ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Hazır Ryan Reynolds’dan söz açılmışken. Öyle ya, tıpkı Chris Evans gibi o da süper karakterlere hayat verme konusunda tecrübeli bir isim haline geldi. İlk olarak Blade serisinin üçüncü filmi ile Nightstakers ekibinin lideri Hannibal King’e hayat vererek çizgi roman uyarlama furyasının ardına takılan oyuncu, sonrasında X-Men Origins: Wolverine’de çenesi düşük Deadpool suretinde izleyiciyi selamladı. Paper Man’de (her ne kadar uyarlama olmasa da) Captain Excellent’a hayat veren Reynolds, son olarak Green Lantern’a da hayat vererek öyle sanıyorum ki hem DC hem de Marvel’dan bir süper kahramana hayat veren ilk oyuncu olarak da adını tarihin bir yerlerine kazımış oldu… Bu arada önümüzdeki yıllarda kendisini yeniden Deadpool olarak göreceğimiz de kulaklara çalınan dedikodular arasında!

Peter Sarsgaard her ne kadar fiziken Hectore Hammond rolüne yakışsa da, etkileyici olmaktan uzak bir kötü karaktere imza atıyor. Tekinsiz karakterler konusunda aranan isim olan Mark Strong ise, Sinestro suretinde oldukça havalı. Bunun dışında Tim Robbins’i nedense bir bürokrat olarak görmeye film süresince bir türlü alışamıyoruz. Blake Lively ise, eğer ki Reynolds ile o ardı arkası kesilmez romantik komedilerden birinde yer almış olsaydı kesinlikle sırıtmayacaktı ama böyle bir filmde plastik bir arzu nesnesi olmanın bir adım önüne geçemiyor!

Son tahlilde, ülkemizde oldukça rötarlı bir şekilde gösterime giren, Yeşil Fener, yurt dışında eleştirmenlerce yerden yere vurulmuştu. Malum artık bütçesi 80 milyon doları aştığı halde, “olmuş” gözüyle bakılan bir süper kahraman filmine rastlayamıyoruz! Ya da “olmuş” etiketini gururla taşıyan Watchmen gibi filmler gişede iki seksen yatabiliyor. Dolayısı ile yapımcılar filme dökülen paranın, en kısa zamanda tekrar ceplerinin yolunu bulmasını sağlayacak ucuz ama etkili yöntemlere yöneliyorlar. Üstelik iki Marvel yapımı arasındaki süreçte gösterime girdiği (Thor – Captain America) halde gişede ezilmemesi gibi bir ön koşulu da varsayımlara dahil etmek gerekiyor.

Yorum yapın