20 yönetmenden Paris’te geçen aşk üzerine, insan ilişkileri üzerine hümanist bir film. 20 yönetmen dedik ya kimler yok ki! Gus Van Sant , Alfonso Cuaron , Sylvain Chomet , Coen Kardeşler , Alexander Payne , Wes Craven , Tom Tykwer gibi ünlü isimlerin yanında isimlerini ilk defa duyduğum ama çektiklerine hayran kaldığım isimler de var.
İlk filmde arabasını park etmek için yer arayan sinirli bir adamın yere düşen güzel bir bayana yardım etmesi ve kısacık zamanda insanın kanını kaynatan hoş sohbetlerini izliyoruz. Bruno Podalydes yönetmiş.
İkinci filmde gelene geçene laf atan üç kişilik abazan grubun elemanlarından birisi ayağı taşa takılan baş örtülü bir kıza yardım ediyor. Kız da ona kızların kendilerine laf atılmaktan hoşlanmadığına dair bir şeyler söylüyor. Sonra çocuk ona saçları açıkken çok güzel göründüğünü söylüyor falan. Gurinder Chadha yönetmiş. Bence en iyi bölümlerden birisiydi.
Üçüncü filmde bir matbaada çalışan erkeğe, oraya sipariş vermeye gelen iyi giyimli bir erkeğin kur yapması anlatılıyor. Çocuk ona ruh eşi olduklarını düşündüğünü söylüyor. Gus Van Sant yönetmiş. Sant ile Elephant’ta birlikte çalışan Elias McConnell ile Hannibal Rising’de genç Hannibal’ı canlandıran Gaspard Ulliel oynamışlar.
Dördüncü filmi Coen Kardeşler yönetmiş, Steve Buscemi oynamış. Metroda tren bekleyen bir adamın başına gelenler anlatılıyor. Bence en eğlenceli bölümdü. Keyifliydi.
Beşinci filmi Walter Salles ile Daniela Thomas ortaklaşa yönetmişler. Kendi bebeğini yuvaya bırakıp oturduğu semtin çok çok uzağına bakıcılık yapmaya giden güzel bir kadının ağlayan bebekleri susturup neşelendirdiği ninniyi merkeze almışlar. Çok hoştu.
Altıncı filmi ünlü görüntü yönetmeni Christopher Doyle yönetmiş. Güzellik merkezine mal satmak için giden bir pazarlamacının başında geçen olaylar anlatılıyor. Filmin eğlenceli bölümlerindendi.
Yedinci filmi Isabel Coixet yönetmiş. Genç ve güzel bir uçuş sorumlusu için hayatının yarısını geçirdiği karısını terk edecek olan orta yaş üstü bir adamın kararından vazgeçme sebebi anlatılıyor. En iyi bölümlerden birisiydi ve hem hüzünlü hem de komikti.
Sekizinci film Nobuhiro Suwa yönetmiş. Küçük çocuğunu kaybetmiş bir kadının oğluyla ilgili gördüğü düş anlatılıyor. Juliette Binoche ve Willem Defoe oynamışlar. En yürek burkan bölümlerdendi.
Dokuzuncu filmi Belleville’de Randevu(Les Triplettes de Belleville) diye bir animasyon şaheseri yaratmış olan Sylvain Chomet yönetmiş. Bir pandomim oyuncusunun günlük yaşantısında da aynı rolünü devam ettirmesi ve gün sonunda kendisi gibi birisiyle tanışmasını anlatan bu hoş film hem en yaratıcı, hem en eğlenceli, hem de en iyi bölümlerden birisiydi.
Onuncu filmi Alfonso Cuaron yönetmiş ve filmi baştan sona tek planda çekmiş. Aslında bu tekniğe uzun metraj filmlerinden aşinayız. Yolda yürüyen iki çiftin konuşmalarını dinliyoruz ve anladığımız kadarıyla yasak aşk yaşıyorlar. Ama sonunda… Neyse, boşverin sonunu.
On birinci filmde uyuşturucu satıcısı bir adam ile bir aktris arasına gelişenler anlatılıyor. Olivier Assayas yönetmiş.
On ikinci filmde yaralanmış ve bir heykelin dibinde yardım bekleyen adam ile ona yardım eden hemşirenin arasında geçen konuşmayla başlıyor film. Adam kadına kahve içmek ister mi diye soruyor ama kadın pek oralı olmuyor. Sonra geriye dönüşlerle daha önce de yollarının kesiştiğini görüyoruz. Adam kadını ne zaman görse bir şarkı söylüyor ve tek istediği de birlikte kahve içmek. Filmi Oliver Schmitz yönetmiş. Yürek burkan bir başka bölümdü. Ayrıca benim favorim. Çok çok beğendim.
On üçüncü filmi Richard LaGravenese yönetmiş. Bir çiftin genelev benzeri mekanda başlayan ve yollara kadar uzanan sohbetlerini, tartışmalarını izliyoruz. Bob Hoskins ile Fanny Ardant oynamışlar.
On dördüncü filmi Vicenzo Natali yönetmiş, Elijah Wood ile Olga Kurylenko oynamışlar. Filmin en karanlık bölümü. Gerçekten tırsıyorsunuz. Vampirella ile masum bir çocuğun karşılaşmasını izliyoruz. Ama vampirella sandığımız gibi birisi değil.
On beşinci filmi çoğunlukla korku filmleri çeken Wes Craven yönetmiş. 50 Cesur Kemancı’dan sonra ilk defa korku ya da gerilim olmayan bir filmini izledim bu adamın. Paris’te genelde ünlü isimlerin yattığı bir mezarlıkta yeni evli çiftimizden bayan olanının özellikle Oscar Wilde’ın mezarını bulmaya çalışması anlatılıyor. Kadın adamdan esprili olmasını istemektedir. Adam ise onun deyimiyle ağlama duvarı gibidir. Oscar Wilde’ın mezarı başında tartışırlar. Ayrılmaya karar vermişken adama birden ilham gelir… Dünyalar güzeli Emily Mortimer ile Dark City’den beri izleme fırsatı bulamadığım Rufus Sewell çok iyi oynamışlar. En beğendiğim bölümlerden bir tanesiydi.
On altıncı filmi Tom Tykwer yönetmiş, oynayanlardan birisi de Natalie Portman. Ders çalışırken sevgilisinden gelen telefon ile ilişkilerini en baştan itibaren sorgulamaya başlayan görme engelli gencimiz. Nasıl tanıştıklarını, neler yaşadıklarını gencin dış sesiyle, hızlı hızlı akan görüntüler eşliğinde izliyoruz. En fazla emek verilen bölüm bu zannedersem. En iyilerden bir tanesi.
On yedinci filmi Frederic Aurburtin ile Gerard Depardieu yönetmiş. Boşanmak üzere olan yaşlı çiftimiz bir restaurantta buluşup mal varlığı paylaşımıyla ilgili konuşmaya başlarlar. Tabii ilişkileriyle ilgili birbirlerine laf sokmaktan çekinmezler. Ben Gazzara ve Gena Rowlands oynamışlar.
On sekizinci filmi About Schmidt ve Sideways ile gönüllere taht kuran Alexander Payne yönetmiş. Paris’e tatile gelen orta yaş üstü bir kadının yaşadıkları, can sıkıntısı, zamana karşı olan şikayeti anlatılıyor.
İnsana kendisini iyi hissettiren bir film bu. Ama kesinlikle sabuk köpüğü değil. İnsan üzerinde etki bırakıyor.
Ülkemizde son zamanlarda canlanmaya başlayan bir kısa film -sektörü mü desem ne desem- “şeyi” var. Hatta geçenlerde bir kısa film festivalinde ödül alan filmlerin toplandığı dvd piyasaya sürülmüştü (Adını unuttum şimdi). Adana Altın Koza Film Festivali de kısa filmcilere destek veren kurumlar arasında. Ülkemizde her yıl onlarca belki de yüzlerce kısa film festivali düzenleniyor. Kısa filme ilgi duyan, çekmek isteyen kişilere fikir verebilecek ders niteliğinde on sekiz tane film var karşınızda.