The Crimson Bolt ile tanışın… Kick Ass ekolünün belki de en acımasız ve sayısal muhakeme gücü en karmaşık süper kahraman çeşitlemelerinden biri kendisi! Üstelik hareketlerinin çıkarımını saptama konusunda da fazlasıyla arızalı! Bütün bunlara rağmen, gündelik hayatın adaletsizliğine karşı durabilmek için The Crimson Bolt gibi bir düzine gizli psikopatın varlığı pek de fena olmazdı ne dersiniz?
Malumunuz Kick Ass ile birlikte geek ve nerd konseptine yakın süper kahraman çeşitlemeleri de hız kazandı. Defendor ile ritmini bulmaya başlayan ve Süper ya da Griff The Invisible gibi filmlerle de iyiden iyiye furya haline gelen bu yönelim – ki bu kategoriye dolaylı yoldan The Losers’ı da ekleyebiliriz- hem gişede iş yapar hem de seyircide ciddi bir karşılık bulur oldu!
Hem anlayışı kıt, hem karar verme yetileri ciddi derecede sakat bir de ziyadesi ile sakarlık konusunda sınır tanımayan genç ve deneyimsiz süper kahramanlar, hiç kuşkusuz anti kahraman klişesinin peydah olmasından bu yana yaşanan duygusal boşluğu kusursuz bir biçimde doldursalar da, bütün absürd yapılarına rağmen, kısıtlı bir içeriğe sahipler. Fakat yönetmenliğini James Gunn’ın yapmış olduğu Süper, çok çabuk ekşiyecek gibi gözüken bu konsepte bambaşka bir açıdan yaklaşıyor!
Slither gibisinden parodi ile gerilim arasında kendine özgü ritm tutturan bir filme de imza atmış olan Gunn’ın, ana karakteri Frank’e yaklaşım biçimi takdire layık. Aslında, mevcut bütün metotlarda bulunun tek bir detayı listeden silerek başarı elde ediyor Gunn. Son derece sönük ve ezik bir karakter olan fakat buna rağmen Sarah gibisinden bomba bir kadınla evlenmeyi başarmış olan Frank’in hayattaki başarıları fazlasıyla kısıtlıdır. Neredeyse toplum için tehdit oluşturacak ölçüde bir asosyalliğin içine gömülmüştür. Üstelik karısı da Jacques adındaki karizmatik bir uyuşturucu tacirinin peşinden giderek Frank’i terk eder.
Frank’in ne kadar sıkıcı ve sığ bir karakter olduğunun bilincine varması ise adeta göz pınarlarımıza baskı yapacak derecede acıklıdır. Her şeyini kaybeden Frank, nihayetinde her tarafından patlak veren bu sistemde, kendi adaletini kendi sağlamaya karar verir. Fakat Frank’i diğer sakar adalet prenslerinden ayıran en önemli nokta, çizgi roman kültürüne olan uzaklığıdır. Bulunduğu muhite en yakın comic shop’u ziyaret etmeye başlayan Frank, burada Libby ile tanışır. Libby’nin çizgi roman takip seviyesi ise kronik bir noktadadır. Hem Frank’e akıl hocalığı yapar, hem de onun davasının bir parçası olmak için Boltie suretine bürünür.
The Crimson Bolt’un komik ötesi kostümünün, Defendor’un ki ile yarışabileceği aşikar. Fakat hiçbir silah onun ki kadar etkili değildir! Evet, sertçe kafaya indirildiğinde neredeyse birkaç ton çekecek devasa bir İngiliz anahtarından bahsediyorum. Üstelik the Crimson Bolt’un bunu kullanırken pek bir bonkör davrandığını da eklemek lazım. Bir banka kuyruğunda, çakallık edip birilerinin önüne geçmeye kalkarsanız, büyük ihtimalle TCB’nin İngiliz anahtarını kafanıza yemeye hak kazanmış olabilirsiniz! Frank’in adalet anlayışı işte bu kadar keskin! Dahası Libby’de bu konuda kendisine ara gaz vermekten geri durmuyor. Bir süre sonra da, absürdlük abidesi bir adalet takımını oluşturuyorlar. Takımın enerjisinin odağında ise kaçınılmaz olarak uyuşturucu taciri Jacques var.
Ağırlıklı olarak televizyon dizilerinden aşina olduğumuz, beyazperde de irili ufaklı rollerle karşımıza çıkan Rainn Wilson’ın, izleyiciyi geren performansının hakkını vermek lazım. Ellen Page’i de alışık olduğumuz enerjisinin biraz daha üzerinde seyrederken izliyoruz. Kevin Bacon ve Liv Tyler ise, böyle bir projede karşımıza çıkarak sürpriz yapıyorlar bizlere (her ne kadar adları koca puntolarla afişe işlenmiş olsa da)…