“The Amazing Spiderman” (2012) / Film Eleştirisi 2

Örümceğin işi başından beri kolay değildi aslında! Zaten izleyicilerin büyük bir kısmı tarafından fazlasıyla beğenilmiş bir seriyi, üçüncü halkasından sonra sandığa tıkıp; henüz kırkı çıkmadan başa sarmak, kim ne derse desin riskli bir hareket!

Tamam… İnanılmaz Örümcek Adam için kelimenin tam anlamı ile “başa dönüş” tabirini kullanamayız. Neticede farklı çizgi serilerin, farklı taraflarından maşa ile tutulup çekilen hikayelerden bahsediyoruz. Elbette nitelik anlamında ister istemez kıyaslanacaklardır (ki çoğunluğun aksine ısrarla eski seriyi daha keyifli bulanlardan olduğumu ve favori Örümcek Adam filminin de Raimi’nin ellerinden çıkan ikinci film olduğunu belirtmek isterim).

Son yıllarda, çizgi uyarlamaların, eğlence sinemasına kattıklarını görmezden gelebilmek mümkün değil. Ama konu iki büyük dev DC ve Marvel’ı kıyaslamaya geldiğinde, ortaya bariz bir “adaletsiz dağılım” çıkıyor. Nitekim, karakter odaklı DC mahsullerinin karşısına çıkan çok renkli Marvel takıları – son birkaç örnek dışında- pek de parlak sayılmazdı. Eğer eğlenceyi kotarmayı biliyorsanız, sinema salonuna sadece eğlence vaadine kanıp uğrayan kitleyi Joss Whedon’ın The Avengers’da yaptığı gibi tutarlı bir panayırla mutlu edebilirsiniz. Ama taze bir seriye yeniden ruh kazandırmak gibi bir iddianız varsa eğer, hiç kuşkusuz işiniz biraz daha zor.

İnanılmaz Örümcek Adam’ın risk metresi buradan itibaren kabarıyor. Öncelikle azımsanamayacak bir kitlenin ön yargısı var karşısında. Tamamen değişen karakterler ve karakter odaklı olduğu iddia edilen bir Peter Parker hikayesi(!) var karşımızda. İddia oldukça büyük bir iddia. Çünkü daha önce Ang Lee’nin Hulk’ta denediği ve eleştirmenler tarafından zorla boğulduğu derin sulardan söz ediyoruz. Nolan’ın Wayne’e yaklaştığı gibi Peter Parker’a yaklaşabilmek mümkün mü? Ya da Marc Webb’in Parker’a yaklaşabilmesi…

Diğer yandan zaten Örümcek Adam serisinin en karanlık – ve en başarısız bulunan- üçüncü filminde, Raimi’nin keyifsiz de olsa Parker’a yeterince yaklaştığına inananlardanım. Buradaki kışkırtılma eşiğini her ne kadar Venom işgal etse de, Parker’ın sorunlarının basitçe geç dönem ergenlik sorunları gibi ele alınmaması söz konusuydu. Neticede Raimi, Parker’ın sorunlarını kendi sinemasal eleğinden geçirmekte başarılı oldu ama bunu çok karakterli bir çizgi uyarlamada yapmaya soyunması, hazımsızlık problemlerini de beraberinde getirdi. Filmografisinin tek parlak parçası (500) Days Of Summer olmasına rağmen Marc Webb’e bu kadar güvenilmiş olmasının en önemli sebebi ise, karakterin başka bir serisine sıfırdan yaklaşıyor olmasıydı.

Bu kabarık kafa ütüleme seansından sonra, nihayet film hakkında birkaç kelam etmek lazım gelir. Salondan pek de mutlu ayrılmayan biri olarak nihai yorumum, bu süper kahraman curcunası arasında her ne kadar aradan sadece 5 sene geçmiş olsa da Örümcek Adam filmine gerçekten de ihtiyaç duyulduğu. Ama karakter odaklı olma iddiası taşıyan bir filmin, ince detaylara eğilmek konusunda biraz daha bonkörce vücuda getirilmiş olmasını beklerdim.

Tamam, karşımıza Martin Sheen suretinde çıkan Ben Parker, en az Cliff Robertson’ın kısa ama akıllara kazınan portresi kadar perdeyi dolduruyor. Emma Stone’un Stacy’sinin, Kinsten Dunst’ün M.J.’ini gölgede bıraktığını ya da Andrew Garfield fiziken Peter Parker suretine cuk oturduğunu görmezden gelebilmek de mümkün değil! Dahası Curt Connors suretinde izleyiciyi selamlayan Rhys Ifans bile filmin tercih sebebiniz olmasını sağlayacak bileşenler. Peki sıkıntı nerede? Biraz daha sabır…

Bu sefer Parker’ın anne ve babası tarafından Ben Amca ve May Yenge’ye teslim edilişini görüyoruz. Yani Peter’ın babasının izini süreceği bir hikayenin kapıları aralanmış oluyor. Tıpkı diğer üçleme gibi bir büyüme öyküsü var karşımızda ama bu sefer Peter’ı motive eden şey babasının izini sürmesi. Kısacası karşımızda 136 dakikalık bir prolog var ve hikaye de bir karakterin sinir uçlarına kadar tahlilinin yapılabilmesine fazlasıyla elverişli. Fakat Marc Webb’in, bu hikayenin çatısı olabilecek “an”lara gereken önemi verdiği konusu fazlasıyla tartışmaya açık. Parker’ın hayatındaki en keskin kırılma noktalarından biri olan Ben Amca’nın ölümünü ele alalım mesela. Parker’ın kendi çapındaki hovardalığının sonu olup, gerçek bir süper kahramana dönüşmesini sağlayan bu olay, İnanılmaz Örümcek Adam’da, biraz karambole gelmiş gibi gözüküyor. Diğer taraftan Dr. Octavius gibisinden, kötülüğünün ardında sıkı bir motivasyon barındıran karakterlerin yeri ve önemine de değinmek gerekiyor. Curt Connors’un da kendi içerisinde yaşadığı iyi-kötü çatışmasından fazla şüphemiz yok. Her ne kadar insanlığın geleceği için kendini ateşe atan – ve kaçınılmaz olarak şeytanlaşan- bilim adamı temasını yalayıp yutmuş olsak da… Ama bir başka Jekyll-Hyde çeşitlemesi olan Connors-Lizard münasebetinin perdeyi doldurabildiğini söylemek pek de mümkün değil! Neticede, dönüp dolaşıp geldiğimiz nokta yine karakter derinliği değil mi? Öyleyse trajik iyi karakterin katmanlarına ağ topu fırlatan Webb’in, aynı tüpten etrafa savrulan ağlar ile Lizard gibi bir karakterin elini kolunu bağlayıp – neredeyse- iki boyutlulaştırması da kabul edilmesi kolay bir hamle değil. Hatta filmde sık sık espri malzemesi haline getirildiği üzere, kendini kaybeden Lizard, konuşmayı bilen küçük bir Godzilla prototipinden farksız.

Örümceğin hayranları büyük ihtimalle bana biraz daha kızacaktır ama filmdeki karamboller, sadece karakter bazında değil, olay örgüsü söz konusu oldığında da kocaman boşluklar oluşturuyor. Mesela ön plana çıkarılmış olmasında elle tutulur bir neden göremediğimiz Rajit Ratha’nın meçhul akıbeti, Örümcek Adam’ın “örümcek adam fotoğrafçılığına” soyunmasının sinek sıklet teşviki ya da amcasının katilini bulma takıntısından bir anda vaz geçmesi… Tamam bir çizgi uyarlamanın gerçekçiliğine kafayı takmış değilim ama, söyler misiniz; ne tür bir baba, yirminci kattaki evine camdan dadanmış olan bir oğlan ile kızını aynı odada gördüğü zaman bunu garipsemeyi unutabilir ki?

Kaldı ki, İnanılmaz Örümcek Adam, kendisini yorabilecek kalabalık bir yan karakter ordusuna da sahip değil. Filmde bir Jameson, Osburn ailesinin herhangi bir ferdi ya da daha geri planda olmasına rağmen, bir şekilde varlığına alıştığınız Robbie ya da Brant gibisinden karakterler de yok üstelik. Yani Parker’ın dış uyaranları fazlasıyla kısıtlı… Gwen, Ben Amca ve Connors… Bu liste, dolu dolu bir büyüme öyküsü için fazlasıyla ideal (en azından başlangıç aşamasında).

Filmin aksiyon bileşenlerine bakacak olursak eğer… Webb’in bireysel dövüş sahnelerinde bu yükün altından kalktığını söyleyebiliriz fakat komplike aksiyon sahneleri yaratma konusunda aynı şekilde başarılı olduğunu iddia edemem. Ne Peter ne de etrafındakiler onun Örümcek Adam olma sürecine alışmakta zorluk çekiyorlar. Peter’ın yeni güçlerini kazandıktan sonraki hali, kimseyi şaşırtmıyor bile! O da bunu yeterince benimsemiş olacak ki, kendisini eve kapatıp bu güçleri denemek ile vakit kaybetmeyip, saatlerce kaykay tepesinde takılıyor. Sıradan kötüler ise, hala metro tavanına tek hamlede sıçrayan bir gence bulaşmamaları gerektiğini öğrenememişler…

Yorum yapın