“The Cape” (2011) / Dizi Eleştirisi 2

Hiç şüphesiz Vince Faraday’ı The Cape’e dönüştüren en önemli unsur, çeşitli elementler içeren, atışlar için ağırlıklı kenarlara sahip olan ve tamamen örümcek ağından dokunmuş özel pelerin! Evet, pelerinin hem Vince ve hem de film için önemi büyük. Fakat elma şekeri için kavga eden çocuklar misali pelerin için kavga eden, birbirlerinin boynundan pelerini çekip almaya çalışan iki adamı ekranda görünce de olayı pek ciddiye alamıyorsunuz açıkçası! Bu dediklerim ünlü Rus Sihirbaz Kozmo yani Gregor Molotov’un ortaya çıktığı bölümde gerçekleşiyor. Pelerin haddinden fazla ön plana çıkartılarak aslında başkarakterimiz Vince’in değeri düşürülmüş oluyor bir nevi ve sanki her şeyi yapan pelerinmiş de Vince sadece onu giyen ve altında saklanan kişiymiş gibi bir görüntü ortaya çıkıyor. Thomas Kretschmann, Kozmo rolünde daha fazla görülmeyi hak etse bile, keşke pelerinin sahibi Kozmo sadece lafta kalsaymış ve bir anda hortlayıp karşımıza çıkmasaymış. Senaristlerin bu pelerin kavgasını ne amaçla yaptıklarını tam olarak kestiremiyorum lakin yapmaya çalıştıkları şeyi yapamadıkları kesin!

İlk bölümün yönetmenliğini üstlenen Simon West (Con Air, Lara Croft: Tomb Raider) dışında her bölümde değişen yönetmenler ortalama TV işleri ile tanınıyorlar ve The Cape’in -genel olarak baktığımızda- ortalama bir TV dizisinden hallice olduğu söylenebilir. Dizi bize özgün sayılabilecek bir süper kahraman sunsa da, yazının en başında da belirttiğim gibi kahramanın bir çizgi romanda doğmamış olması dizinin en büyük handikabı. Bu eksiğin dizi yayınlanmandan önce internet üzerinden yayınlanan online The Cape çizgi romanları (2 tane) ile giderilmeye çalışılması ise hoş bir çaba. Sanırım dizi devam etseydi, yayınlanan online çizgi romanları ve dizisiyle The Cape, Tom Wheeler’ın popüler kültüre armağan edeceği bağımsız bir süper kahraman olacaktı. Ancak kahramanın doğuşunda yakalanan özgünlüğün dizinin bütününe yansıdığını maalesef söylemek mümkün değil. Bu yüzden The Cape çabuk başladı, çabuk bitti ve hatta çabuk unutuldu!

İkinci bölümden sonra dizi her bölümde amacından biraz daha sapıyor ve ilk bölüme pamuk ipliği ile bağlı olan ana konu ise her bölümde biraz daha zayıflıyor. Bu dizinin görünmeyen ancak hissedilen sorunuydu. Görünen sorun ise, her şeyin gerçek ile temellendirilmeye çalışılması fakat bu fazla abartıldığı için görselliğin çizgi roman estetiğinin yakınından bile geçemiyor olması! Elbette tamamen gerçek ve ayakları yere basan bir süper kahramanı izlemek keyifli. Fakat sonuçta bu bir süper kahraman filmi ve The Cape’in evreni bir çizgi romanda doğmasa da, en azından bir çizgi romandan fırlamış gibi olsaydı keşke! Tim Burton’ın ya da Christoher Nolan’ın Batman filmlerinde yarattıkları muhteşem Gotham City evrenini hatırlayın, o zaman ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirsiniz. Ya da M. Night Shyamalan’ın çizgi romanlardan bağımsız, özgün kahraman filmi Unbreakable’ın etkileyici atmosfer tasarımını anımsayın. Hem Unbreakable tam olarak bir süper kahraman filmi bile sayılmazdı!

Pelerinin sırlarından sonra bize ufaktan haber verilen diğer sürprizler, dizi ansızın bitiverdiği için bir neticeye bağlanamıyorlar. Ama “Orwell’ın babası kim?” ya da bunun gibi soruların cevaplarını bilmek de zor değil. Hatta dizinin çok havada kalan finalinden sonra bile dizi devam etseydi neler olurdu tahmin edebiliyorsunuz. Yani tüm bunları bilmek için “Dice” olmanıza gerek yok!

Alternatif bir süper kahraman filmi yapmaya soyunduysanız ne kadar özgün olmaya çabalasanız da yaptığınız şeyler diğer kahraman filmlerini anımsatabilir. The Cape gibi klasik bir süper kahraman öyküsü olan dizide süper kahramana dönüşme hikâyesi dışında bazı bakımlardan Batman’e göz kırpıyor sanki. Mesela Palm City, yozlaşmış polis teşkilatı, sürekli artan suç oranı ve şehrin suçluların yuvası haline gelmiş olması bakımından feci halde Gotham City’yi anımsatıyor. Sonra dizi boyunca hiç görmesek de adını sıkça duyduğumuz (çünkü her bölüm sonunda kötü adamlar oraya postalanıyor) Owl Island Hapishanesi’de tabi ki Arkham Asylum’u akla getiriyor. Bir diğer aklıma gelen ise The Lich’in planlarının Scarecrow’unkine çok benzemesi. Batman Begins’ten de hatırladığınız üzere Scarecrow, Gotham’ın sularına karıştırdığı özel karışım sayesinde vücuttaki korku toksinlerini arttırarak herkesin ondan korkmasını sağlıyordu ve bu şehirde büyük bir kaosa sebep oluyordu. Ayrıca ilaçtan etkilenenlerin zombi’vari hareketlerde bulunduklarını söylemek sanırım abartı olmaz. Bana kalırsa Tom Wheeler The Cape’i yaratırken Batman’in dünyasından biraz etkilenmiş. Peki, bu bir eksi mi? Tabi ki değil! Ama göze batmadığı da söylenemez.

Dizinin on bölümünü de oturup arka arkaya seyretmiş biri olarak The Cape’in seyir keyfinde bir sorun olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Evet, The Cape 10 bölümlük macerası boyunca sizi sıkmadan kendi evrenine çekmeyi başarıyor. Heroes gibi bir dizinin popüler olduğu bu dünyada The Cape’de bir şansı hak ediyordu bana kalırsa. Ancak dizide her şey o kadar kopuk ve estetikten yoksun ki dizinin iptal edilmesine de pek şaşırmamak gerekiyor. Keşke dizi bu kadar aceleye getirilmeseydi; eminim o zaman çok daha iyi bir The Cape izliyor olurduk!

Yorum yapın